Sayfalar

5 Mayıs 2012 Cumartesi

JOHN LENNON'UN GÖZLÜKLERİ

Dünyaya eşsiz '' dünya barışı simgesini '' katmaya gelmiş biri John Lennon.1960 yılların başlarından bu yana,dünya,kaos ve gizemli derinliklerde kaybolmuş iken bir parça dünya çerçevesine başka bir anlam katmıştır.John Lennon'u anlamak sadece sanatçı olarak değil,bir insan olarak tanımlamak gerektiğini düşünüyorum.Gerek dünyaya,insanlığa,doğaya kattığı o büyülü iklimin yanısıra; aşkı,sevgiyi
ölümsüzlüğü de anlatır her adımında.Düşünceleriyle var olan kitap düzenini yıkmış ve günümüz dünyasında var olmayan o " pollyanna " akımını ateşlemiştir resmen.İnsanların tek gözüyle baktığı gerçeğine karşılık,tüm bu gerçeklerin altındaki " puzzle " üstatıdır John Lennon.


1962 yılında ilk 45'liği olan " Love me do " albümü ile yaşanmışlıkların içinde yaşanmayan çok şey olduğunu bize kanıtlamıştır.Şarkısının içindeki o kıpırdanmalara dikkat edince,sanki iki insanın-hiç tanımamış olsa bile-birbiri için fedakarlık yapma isteğini uyandırıyor bana.Yada iki insanın ilk görüşte aşklarını yada çılgınlıklarını.Yaşamın değer yargılarını bir kenara bırakarak kendiniz olmayı,kendinize güvenmeyi sevmeyi anımsatıyor her sözleri.O kadar garip ki şuan dinlediğimde bile herkese sarılmak istiyorum adeta.John Lennon,Paul McCartney ile birlikte grubu oluşturduklarında " Beatles İsa'dan bile daha popüler " sözüyle ne demek istediğini gayet iyi açıklamıştır aslında.Tabiki bu durumda toplum açısından pek hoş karşılanmaması da normal.Sizce John Lennon bu sözleri söylerken ve şarkılarını yazarken dünyaya nasıl bakış açısı kattığını göstermiyor mu?


John Lennon'un gözlükleri ise o dönemin en büyüleyici simgesi olmayı başarmıştır. Farklı renklerdeki o gözlüklerin yanı sıra yuvarlak olması,sanki"dünya benim gördüğüm gibi renkli ve benzersiz ama sadece ben görebiliyorum ve bunu bir gün size göstereceğim"diyordu.John Lennon'un gözlüklerine paha biçilememesinin sebebi bu olmalı.Herkesin kullanabilmesi değil gerçekten kullanmak isteyen ve kendine yakıştığını düşünen insanların sahip olması gereğiydi.


60'lı yılların  sonunda, nefesini kesicek ve hayatının anlamını bulduğu kişiye adadı kendini,John Lennon.O kişi Yoko Ono.Aşkın,sevginin,tutkunun hiç bir şeyin altına alınamayacağı tek element onun için. Yoko onun için o kadar önemlidir ki Beatles'ın Julia şarkısının Yoko'ya atıfta bulunduğu için bıraktığı bile söylenir..Şan,şöhret,para onun için akşam yemeğinden sonra biraz açık çay kıvamındadır.Peki ana yemegi?Şuan kaç kişi aşkı ve tutkusu uğruna herşeyden vazgeçerki? İşte John'u John Lennon yapan şey işte budur.


Kraliyet ailesininde bulunduğu bir konserde " ucuz koltukta oturanlar alkışlayabilir,diğerleri mücevherleri şıkırdatsın " demiştir. 


Kara günün geldiği o 1980 yılında,hem barış yara aldı hem de dünyanın en büyük müzisyenlerinden birini kaybetti.Akli dengesi olmayan biri tarafından" bende John Lennon gibi olmak istedim " düşüncesiyle öldürüldü kendi evinin önünde.Peki ne için? John Lennon öyle bir adamdıki o dönem toplumunu barış ve sevginin unsuru olarak benimsemiş ve onun izinden birçok hareketin simgesi haline gelmişti.Öyle bir adamdıki sadece hayranları tarafından değil,tüm dünyayı arkasına alarak siyasetçilere,politikacılara,devlet başkanına kafa tutabilirdi.Zekasını ve kitlesini o kadar iyi yayıyordu ki işte bu gerçek,birilerini kızdırmış olmalı bence!Yoksa deli birisi neden John Lennon olmak isterki?


John Lennon öldükten sonra hayranları ona " uçurduğun  beyaz güvercinin kanatları artık simsiyah oldu" demişlerdir. Dünya bu barışı zaten o zamandan beri yoketti.Şuan ise barış için çabalamak sadece John Lennon görüşü olarak kaldı malesef.En son kanlanması gereken bir gözlüktü John Lennon.


" Eğer herkes başka bir televizyon seti yerine barış isteseydi,barış olurdu " John Lennon.


                                                                                                                                                     helas





29 Nisan 2012 Pazar

FİDANKA




Sessizliğin içindeki çığlık belki burası… Bir nevi yaşanmışlıkların haykırışı… Alabildiğine yeşil, mavi, turuncu, rengarenk… İçinizdeki duyguların yansıması belki de Fidanka Otel…

Baharın doğayla en büyük hazzını yaşadığı bir mayıs günü çıktık yola bu kasvetli şehirden. Otobüsle vasıtasıyla yaptığımız uzun bir yolculuk sonrası, hep hayalimizde canlandırdığımız o eski roma şehirlerine taş çıkaran güzellikteki yerdeydik. Kalkan’da…

Rezervasyon yaptığımız oteli aramaya koyulduk. Çok sade, güzel, insanın kaybolası gelen sokaklara sahip bir yer burası. Gördüğümüz insanlar ağırlıklı olarak yabancı turistlerden oluştuğu için oteli bulmamız biraz zaman alıyor. Tabi beldenin güzelliğini keşfetme arzusu da bizi alıkoymuyor değil. Otelin güleryüzlü çalışanları bizi bulunduğumuz yerden alıyor konaklayacağımız yere götürmek üzere.

Kapıdan adımımı attığım andaki duygularımı ifade edebilmek güç… Hayal dünyası gibi bir yer… Sanki düşler fabrikası…. Ahşap ve çiçek aromasının muhteşem buluşmasına karşın burnum hayretler içindeyken, gözlerim bu rengarenk mekana alışmaya çalışıyor. Minik balkonlu odamıza geçtiğimize ise şaşkınlığım bir kat daha artıyor. Bu yeri nasıl olur da bu kadar geç keşfettiğimiz düşüncesi sinirlerimi bozuyor az da olsa… İnsan doğanın bir parçası olduğunu hatırlıyor, o mekanik dünyadan sıyrılıp böyle bir dünyaya adım attığında...

Balkonumuza çıkıp yaslanıyorum minderime, mavilik, yeşil, binbir renk çiçekler etrafımı sarmış durumda. Bedenimi saran huzurla kapıyorum gözlerimi, elimin üzerine bir böcek konuyor. O kasvetli şehirde, o şehirli (?) insanların içinde olsam, çığlık atıp, terlikle üzerine basmıştım çoktan. Fakat şimdi sanki benim parçam gibi hissediyorum… Bırakıyorum,gezinsin üzerimde diyerek izin veriyorum doğaya… Hiç bu kadar insan olduğumu hissetmemiştim..


Akşamüzeri havuz kenarına iniyoruz gün batımını izlemek üzere… O kızıllığın içinde yudumluyoruz çayımızı, elimizde ‘Shakespeare’den Soneler’.. Sanırım hayatın anlamlandığı yerdeyiz şuan… Otelin hoş, mütevazi bir kitaplığı da mevcut. Küçük biblolar, vazolar, eski fotoğraflar eşliğinde hem de. ‘Ev gibisi yok’ dedirtecek cinsten… Ertesi gün kahvaltıda bir şey çekiyor dikkatimi. Oturduğumuz üzeri camla kapatılmış ahşap masanın içine minik minik motiflerle işlenmiş taşlar yerleştirmişler. Uzanıp alası geliyor insanın… Rica ediyoruz ve bizi kırmayıp bir tanesini hediye ediyorlar. Otel çalışanları bir o kadar samimi ve sevecen… Oturup muhabbet ediyoruz,buraya kanım daha çok ısınıyor. ‘Eve dönmek’ cümlesi saçma ve manasız gelmeye başlıyor kulağıma…Zaman kavramı değişsin istiyorum sırf bize özel… Fakat gitme vakti geliyor artık, gezilecek çok yer var daha… Fidanka serüveni burada sona eriyor yavaş yavaş… Otelde güleryüzünü, doğallığını bizden esirgemeyen bir teyzemiz var, tam bir Akdeniz hanımı… Kapıdan çıkmak üzereyken koşuyor peşimizden, ‘bana veda etmeden mi gidiyorsunuz?’ diyor elinde bir çiçek buketiyle. Gitmekle kalmak arası biryerlerde dolaşıyorum o an. Lakin vedalaşıp ayrılıyoruz. Heredot’un tabiriyle ‘yıldızlara en yakın yer’in güzel sokaklarında ilerliyoruz o köhne otogara doğru…

Düşüncelere dalıyorum yolculuk esnasında… İnsan olmayı, insan gibi yaşamayı hangi kavramlarla karıştırdığımızı düşünüyorum. Nelere sevinip, nelere üzülürüz? Nelerle vakit harcarız? Ne için koşuşturup dururuz? Yapmamız gereken mi budur yoksa yapmak zorunda kaldığımız mı? ‘İnsanca Yaşamak’, Aslında bizler için yaşamanın çok da ‘basit’ olduğu bu dünyada ne kadar da zor… Özümüzü farkına varamadan kaybetmek bu olsa gerek…
                                                                                   
                                                                                                                   melike