Sessizliğin içindeki
çığlık belki burası… Bir nevi yaşanmışlıkların haykırışı… Alabildiğine yeşil,
mavi, turuncu, rengarenk… İçinizdeki duyguların yansıması belki de Fidanka
Otel…
Baharın doğayla en büyük
hazzını yaşadığı bir mayıs günü çıktık yola bu kasvetli şehirden. Otobüsle
vasıtasıyla yaptığımız uzun bir yolculuk sonrası, hep hayalimizde
canlandırdığımız o eski roma şehirlerine taş çıkaran güzellikteki yerdeydik.
Kalkan’da…
Rezervasyon yaptığımız
oteli aramaya koyulduk. Çok sade, güzel, insanın kaybolası gelen sokaklara
sahip bir yer burası. Gördüğümüz insanlar ağırlıklı olarak yabancı turistlerden
oluştuğu için oteli bulmamız biraz zaman alıyor. Tabi beldenin güzelliğini
keşfetme arzusu da bizi alıkoymuyor değil. Otelin güleryüzlü çalışanları bizi
bulunduğumuz yerden alıyor konaklayacağımız yere götürmek üzere.
Kapıdan adımımı attığım
andaki duygularımı ifade edebilmek güç… Hayal dünyası gibi bir yer… Sanki
düşler fabrikası…. Ahşap ve çiçek aromasının muhteşem buluşmasına karşın burnum
hayretler içindeyken, gözlerim bu rengarenk mekana alışmaya çalışıyor. Minik
balkonlu odamıza geçtiğimize ise şaşkınlığım bir kat daha artıyor. Bu yeri
nasıl olur da bu kadar geç keşfettiğimiz düşüncesi sinirlerimi bozuyor az da
olsa… İnsan doğanın bir parçası olduğunu hatırlıyor, o mekanik dünyadan
sıyrılıp böyle bir dünyaya adım attığında...
Balkonumuza çıkıp
yaslanıyorum minderime, mavilik, yeşil, binbir renk çiçekler etrafımı sarmış
durumda. Bedenimi saran huzurla kapıyorum gözlerimi, elimin üzerine bir böcek
konuyor. O kasvetli şehirde, o şehirli (?) insanların içinde olsam, çığlık
atıp, terlikle üzerine basmıştım çoktan. Fakat şimdi sanki benim parçam gibi
hissediyorum… Bırakıyorum,gezinsin üzerimde diyerek izin veriyorum doğaya… Hiç
bu kadar insan olduğumu hissetmemiştim..
Akşamüzeri havuz kenarına
iniyoruz gün batımını izlemek üzere… O kızıllığın içinde yudumluyoruz çayımızı,
elimizde ‘Shakespeare’den Soneler’.. Sanırım hayatın anlamlandığı yerdeyiz
şuan… Otelin hoş, mütevazi bir kitaplığı da mevcut. Küçük biblolar, vazolar,
eski fotoğraflar eşliğinde hem de. ‘Ev gibisi yok’ dedirtecek cinsten… Ertesi
gün kahvaltıda bir şey çekiyor dikkatimi. Oturduğumuz üzeri camla kapatılmış
ahşap masanın içine minik minik motiflerle işlenmiş taşlar yerleştirmişler.
Uzanıp alası geliyor insanın… Rica ediyoruz ve bizi kırmayıp bir tanesini
hediye ediyorlar. Otel çalışanları bir o kadar samimi ve sevecen… Oturup
muhabbet ediyoruz,buraya kanım daha çok ısınıyor. ‘Eve dönmek’ cümlesi saçma ve
manasız gelmeye başlıyor kulağıma…Zaman kavramı değişsin istiyorum sırf bize
özel… Fakat gitme vakti geliyor artık, gezilecek çok yer var daha… Fidanka
serüveni burada sona eriyor yavaş yavaş… Otelde güleryüzünü, doğallığını bizden
esirgemeyen bir teyzemiz var, tam bir Akdeniz hanımı… Kapıdan çıkmak üzereyken
koşuyor peşimizden, ‘bana veda etmeden mi gidiyorsunuz?’ diyor elinde bir çiçek
buketiyle. Gitmekle kalmak arası biryerlerde dolaşıyorum o an. Lakin vedalaşıp
ayrılıyoruz. Heredot’un tabiriyle ‘yıldızlara en yakın yer’in güzel
sokaklarında ilerliyoruz o köhne otogara doğru…
Düşüncelere dalıyorum
yolculuk esnasında… İnsan olmayı, insan gibi yaşamayı hangi kavramlarla
karıştırdığımızı düşünüyorum. Nelere sevinip, nelere üzülürüz? Nelerle vakit
harcarız? Ne için koşuşturup dururuz? Yapmamız gereken mi budur yoksa yapmak
zorunda kaldığımız mı? ‘İnsanca Yaşamak’, Aslında bizler için yaşamanın çok da
‘basit’ olduğu bu dünyada ne kadar da zor… Özümüzü farkına varamadan kaybetmek
bu olsa gerek…
melike